ye iç sev Follow dergisine Noel sofrası hazırladı!

Size yemek yapmadan neredeyse bir ay geçti, böyle planlamamıştım ama. Ben değil, hayallerim bana papaz oldu. Ninemin kız kardeşi yemek yapmak dışında deyimler kullanmayı da çok severdi ve onlardan bir tanesini kalbimden çıkarıp tek bir cümle ile yemek kokularımın yokluğunu açıklayacağım: Bir yılın getiremediğini bir saniye getirebilirmiş...Mutfağa hiç girmediğim anlamına gelmiyor tabi. Hep mutfaktaydım fakat resimler koysaydım tencerenin üzerinden çocuk gibi ağlayan, elinde maşa tutan kuzu pirzolasıyla muhabbet eden bir insan görecektiniz; Yalnız benim öyle bir tarifim YOK size!

Zaman geçti biraz, yeterince geçmemiş olsa bile, gözlerden akan tuzlu sıvıları yanına alabildi ve devam etmek dışında başka bir seçenek istemediğimi farkettim. O yüzden Eskişehir'de çıkan ve İstanbul, Ankara ve İzmir'de de satılan Follow dergisinin Noel sofrası teklifini  ye iç sev sevinçten uçarak kabul etti!


Lezzetiyle şaşırtan bal kabağı çorbası kabağın içinde servis edilmiş şekilde ki sıkıcı olmayalım, sabit aşkım arpa şehriyeli yeni baharlı, tarçınlı kuzu eti güveçte, muteber bir harçla doldurulmuş fırında tavuk (hindiler yoktu köylerimizde ve geleneksel hareket etmek istedik), vazgeçilmez pırasalı, dere otlu, muskatlı köy böreği, annemin şefkatli pastitsiosu, ve son olarak damla sakızlı kabartma tozu yanlışlıkla kullanıldığı için yepyeni ve tadı süper hoş bir elma turtası da yaptık. Yedik, içtik, sevdik, yaşamaktan bahsettik, tekrar acıktık...


Buyrun, yaklaşın sofraya ve bu küçük hikayeyi okuyun! İstanbul ve yemek aşkı birbirine girmiş ve Ece Kavlak ince elleri ve fotoğraf makinesiyle hepsini yakalayabilmiş!



Yeni yıla karşı ve yeni giren her yıla hiçbir zaman özel bir anlam yükleyesim gelmezdi. Sadece sevdiğimin yanında olmak bana yeter ve artardı.
Şimdi de bir anlam yüklemeyeceğim. Bu zoraki coşkunun baskısı bana ait olan zamanı bir yabancı gibi hissettiriyor. Ne cüretle? Peki ne yapıyoruz? Midemizde saklanan ruhumuzu, sevdiğimiz başka ruhlu midelerin yanında oturtuyoruz ve iyi ki varsınız deyip onlarla tost yiyerek bile kutlamaya yetiniyoruz! Ya da  kağıtta pişmiş sarımsaklı, taze biberiyeli mis bir kuzu buduyla da yetinebiliriz tabi ki.


Mutlu olsun, yaratıcı olsun yeni yıl. Dürüst davransın bize yeni yıl, biz de ona! Bizimle gurur duysun! Deli gibi sevenlere de merhamet göstersin :))))

Görüşürüz!

Girit masalları: limon soslu, kekikli tavşan

Kim çocukken masal dinlemeyi sevmezdi ki? Saatlerce, hatta günlerce yataktan çıkmadan, ninemi ve her türlü teyzeyi masal anlatırken dinleyebilirdim. Bir hikayenin tanığı olmak, kulaktan duyma bile olsa, yaşamıma değer katan ender şeylerden biriydi. Çünkü masallarda kankalarımın kanatları vardı ve küçük şişelerde ya da ormanlardaki ağaçların içinde yaşarlardı. Ve bütün bunlar sadece en mütevazi özelliklerinden biriydi. Benim de aynı numaralara sahip olduğumu söylememe gerek yok tabi ki... Masalsız yaşayamayan bir çocuk olarak, bir tavşan evlat edinmem beklenen bir şeydi. Sırrımı kimseyle paylaşmamıştım o zaman ama artık söyleyebilirim; o tavşan konuşabilirdi. Acayıp ustaca dertleşmeyi bilirdi ve bir noktadan sonra güvenebildiğim tek yaratıktı. İsmi Rohamis' ti ve adını sürekli hapislerden kaçmayı beceren efsanevi bir Yunan mahkumdan ilham alarak vermişlerdi teyzelerim. Çok özel bir tavşan olduğundan hiç bir ismi ona yakıştıramazdım ve uzun zaman isimsiz ortalarda dolaşırdı. Geceleri kafesinden kaçtığı için ninemin kız kardeşleri, onu Rohamis diye çağırırdı, sonuna ismi böyle de kaldı. Kader onun adına çoktan karar vermişti.


Rohamis kanatlarımın altına geçtikten bir yıl sonra, bir danaya dönüşmüştü. Artık onu uzun süre kucağımda taşımam imkansızdı ve onu heryere almama izin vermezlerdi. Ne dondurmalar, ne meyveler paylaşmıştık aynı çatalla...O hayatıma girmeden önce sülalesinden birkaç tane akrabasını ailece yediğimizi itiraf edememiştim, ama bir daha yemeyeceğime dair söz vermiştim ona sessizce. Ve hayat çok güzel geçiyordu ta o gün gelene kadar. Bir sabah, Paskalya'ydı, Rohamis ortadan kaybolmuştu. Takılmayı en sevdiği yerlerde bile yoktu. Bahçede yoktu, gören, duyan yoktu. Kaçmış o demişti teyzem. Bahçenin kapısını açık unuttuğunu ve hayvanın kaçtığını söylemişti. Acının oku vurdu kalbime. Nereye gideceğimi ve ne yapacağımı şasırmıştım. Teyzelere, bahçeye, bahçemizin dünyasının dişindaki tehlikeli hayvanlara ve hayatın kendisine karşı Zeus'un öfkesi oluşmuştu içimde. Kederimi unutmak için bir şeyler atıştırmaya mutfağa gitmiştim.Yerde örtülmüş bir leğen vardı ve çok şüpheli duruyordu. Sanki örtüyü çeksem en korkunç kabusumla karşı karşıya gelecektim. Ah, çekmeseydim keşke...



Yaşadığımız bütün travmalar kalıcı değil ve iyi ki değil, çünkü tavşanın eti doğru malzemelerle bir araya gelidiğinde yürek yakan bir tabak olabilir.Tavşan etinden, uzun süren inatçı vazgeçme kararımdan sonra, Pire'de ailemle gittiğim bir Girit meyhanesinde tavşanla aşkımız vazgeçilmez olmak üzere yeniden başlayacaktı.


Girit'te en sevilen beyaz etlerden biri olan tavşan birçok farklı şeklilerde pişirilebilir, fakat ben klasik tarife sadık kalmayı tercih ederim. Aslında tavşanın iki tane klasik ambiyansi var; biri stifado (onlarca arpacık soğan, taze domates salçası, tarçın, sarımsak, defne yapragi ve şarap arzu ederseniz) ve yabani kekikli, limonlu, Girit'te yapıldığı gibi, ya tencerede ya da güveçte, hepsi müthiş, hepsi duygu dolu, yeter ki tavşanı kişisel olarak tanımıyor olayım. Ben Girit taraftarı olduğum için, ikincisini yapmaya karar verdim, belki de Rohamis'i en son gördüğümde stifado'ya dönüşmüş olduğu için, kim bilir gerçekten...


Yapacağınız basit; İlk önce bir köy tavşanını bulun, yoksa hiç uğraşmayın. Nerede diye soruyorsanız, Balık Pazar'ının yüce Adapazarı Tavukçu'sunda (o dükkanı keşfettiğimde ağlamıştım). Lezzetin şeytanları arpacık soğanlara da ihtiyacınız olacak, limon suyu (bence 2 tane yeter), zeytin yağı, sarımsak, taze ya da kuru yabani kekik ve beyaz şarap. Tavşanı kekikli kiyafetini giyerek sote ediyorsunuz, sonra sarımsağı da ekliyorsunuz, şarapla söndürüyörsunuz ve alkol tencereye veda ettikten sonra limon suyunuzu, bir şarap bardağı zeytin yağınızı ve eti ancak kapatacak noktaya kadar su da ekliyorsunuz. Tuz, taze karabiber ve tencerede, kısık ateşte devamını getiriyorsunuz ya da güveçte veya fırına veriyorsunuz. Arpacık soğanları sote edip bir kenara bırakıyorsunuz ve yemeğin hazırlanmasına yarım saate kala onları de ekliyorsunuz. Hmmm...Yanında sade bir pilav, ya da patates kızartması öneririm, hatta varsa keyfiniz ikisinden de yapın ki bir daha yapmaya kalkarsanız garnitür konusunda soğukkanlı bir şekilde karar verin. Beyaz sek şarabınız buz içinde en az yarım saat mantarsız dursun ki aroması tabağınızın lezzetiyle bulusunca sizi Girit'e götürebilsin.





kadınların hayatı

...Özellikle bir kariyerin içinde yaşayanların, üstelik ailesi olanların, bütün güzelliklerine rağmen çok zor olmalı diye düşünüyorum. Çocuğum olmadığı için ne kadar çalışsam da empati kuramıyorum. Fakat onlar için işe yarayacak başka şeyler yapabildiğim için çok sevinçliyim. Kocaları, çocukları; kadınların sohbetlerine burnunu sokabilecek kimse yoktu. İki Sinem, Banu, İpek, Meltem ve Julianne Moore o kadınlardan bazıları. Güzel, aktif, konuşkan, hayat dolu. Onlara yemek yaparken hoşuma giden şey kusursuz tırnakları, stili olan saç kesimleri ve mesleklerinin adları değildi. Bir sürü sorumluluk ve gizli stresler taşıyor olmalarına rağmen, bu çelik kalıplarından kayıtsız bir şekilde çıkabilmeleri ve asıl hayata rutin rollerinden sıyrılıp da dalmaları içimi ısıttı. Şarap minnetle tükendi, müzik heyecanla çaldırıldı. Yemek ise o midelere inecek diye çok mutluydu.




Ortada sofraya davet eden bir Yunan köy salatası, sırada yazın verdiği son tatlı domatesle domates mücveri ve yanında zeytinyağlı süzme yoğurtlu sos; devamında manitaropita (mantar böreği) ve bitişinde fırında hardallı küp patates ve limon soslu dana eti. Kafalar artık hazırdı ve akşamın zirvesine çıkmadan az önce, girit kökenli sfakianopitayı (keçi peyniri içeren ve üzerinde bol bal elle açılmış ince hamur) yedirmeden masadan kalkmalarına izin veremezdim. A, bir de, kızlara dansa başlamadan ev yapımı tsikoudia da içirdim. Oturaklı ev sahibi Sinem Girit'li olsa gerek bu kadar cesurca içebildiği için! Sonra sohbete bile gerek kalmadı...




Bu hoş kadınlara güzel yüzleriyle blogumu süslememe izin verdikleri için teşekkür etmek istiyorum. Sizin için yemek yapmak doyurucu bir zevkti!







şaraplı horoz; senden başka yok içimde

Bir ömür boyu hepimizin sadık kalacağı şeyler vardır mutlaka. Kendimizi keşfetmeye başladığımızdan beri aşklarımız, tercihlerimiz, kararlarımız zamanla değişiyor olsalar bile, onlardan bazılarının hayatımızda sabit kalacakları kesin. Özellikle yemekler ve kokular duygularımızın yerine geçebilme gücüne sahip oldukları için, kayıtsız bir şekilde sonsuz sadakat gösterebildiğimiz tek dünyadır belki. Nereden esmeye başladı bu nostaljık rüzgarlar diye düşünüyorsanız, hemen anlatacağım...



 Her şey yıllar önce başladı, boyum bir metreden yüksek değildi. Güzel ninemin evine gitmiştim, birkaç gün onunla birlikte kalacaktım. Nineyle tatil yapmak hayatımda yaşadığım en heyecan verici olaylardan biriydi. Evi çeşit çeşit kumaşlar ve danteller dolu kücük bir labirentti. Kendisi terziydi. Ayrıca çok acayıp kız arkadaşları vardı; onlardan bir tanesi tıpkı masallardaki cadılara benzerdi ve evinin gri avlusunda tavuklar ve kediler beslerdi. Ve o teyzenin garip olduğu kadar aynı ölçüde tuhaf bir tavuğu da vardı. Ismi horozdu. O tavuk oldukça züppe ve gıcıktı, onunla uğrasmamdan da hiç hoşlanmazdı ve bir gün bana saldırması kaçınılmazdı. Kırılmıştım. Fakat çok yakında yollarımız bir cenazenin yemeğinde tekrar kesişecekti.



 Ninemle gitmiştik yine, bütün etkinliklere birlikte katılırdık ve cenazeler nedense çok eğlenceli olabilirdi bazen. Fakat o gün sonsuza dek kalbimde iz bıraktı, çünkü o cenazede hayatımda tatmış olduğum en büyüleyici yemeği yemiştim. Önüme inen tabak tarçın ve yeni bahar kokuyordu ve içimde yarattığı mutluluğu kesinlikle tasvir edemem. Etrafa bakmıştım, henüz tadına bakmamıştım, sadece kokusunu almıştım. Benimle dalga geçiyor olmalılar, bu ne, bu ne? diye düşünmüştüm. Siyah giyinmiş ağlayan teyzelerin görüntüsü ve sesleri birden kayboldu, yemek artık damağıma ulaşmıştı. Ağızımda beklettim, yavaşça yuttum. Etrafa bir kez daha baktım. Tabağa aşırı bir tutkuyla dalmak isterdim ama maalesef yemekle başbaşa değildik. Beni deliler gibi aç zannedecekler diye çok korkmuştum. Utanmıştım. Sanki hırsızmışım gibi etrafıma sürekli bakarak yemeğe devam etmiştim. Tabağımı bitirince bir teyze bunu farketsin ve tekrar doldursun diye minik bir dua okumuştum içimden ama nafile.Onlar ağlamakla meşguldu. Sessiz ve şok içinde eve dönmüştüm ninemle. Ertesi gün yaşadıklarımı anlattım ona. Bu kadar beğendiysen ben yaparım sana aşkım deyip öpmüştü. Sözleri beni şaşırtmıştı, bu kadar basit olamazdı...Ve o günden beri, en sevdiğim yemeğin hangisi olduğu sorulduğumda düşünmeden şaraplı horoz diye cevaplarım.



Evet, pişmesinin çok uzun sürdüğü doğrudur. Eti çok kaslı ve sert ama iyice pişerse, gözlerinizi açamadan yersiniz anormal lezzetli etini. Sanki kendisinden baharatlı. Belki o yüzden çok züppedir herkese karşı. Düşünebilir misiniz, sarımsak olmasa da olur bu sefer! Yeter ki sote ettikten sonra dolgun kırmızı bir şarapla söndürün ve kullanacağınız domates salçası taze domatesten değilse, mümkünse organik salça kullanın. Bir baston tarçın ve mutlaka tane yeni bahar. Biraz zeytin yağı, su ve kralımızın tamamen yumuşamasına kadar kısık ateşte pişmesine izin verin. Makarnayla eşlik etmeniz şart. Bir yanda da rendelenmiş sert ve kuru keçi peyniri de dursun çünkü onu tereyağında bronzlaştıracaksınız. Renk aldıktan sonra süzgeçten dönmüş spagettiye dökün ve karıştırın. Çukur tabaklar çıkarın, yemeğinizle derine ineceksiniz. Aynı peynirden yakmadan tabaklarınıza yağdırın. Sizin adınıza çok mutluyum.





limon soslu dana eti: mmmm.....

Akraba sayılır bu tabak. Her Pazar günü annem bu yemeğin kokusuyla uyandırırdı bizi. Dana eti sote edildiği zaman, tencereden çıkan koku bir alarmın sesinden güçlü olabiliyor. Hiç zor olmazdı yataktan kalkmak; zarif kokusu yumuşak bir günaydın öpücüğü gibi hissetirirdi kendisini. Yıkanmadan koşa koşa mutfağa giderdik kardeşimle ve annemi tencerenin başında bir kadeh şarap yuvarlarken sabit Pazar misafirlerimizle sohbet ederken yakalardım. Ha, uyandınız mı? diye sorup etin parçalarını sote etmeye devam ederdi. Off, yine bu aşamaya mı denk geldik, pişmesi daha çok var diye düşünüp mahvolurduk.


Bu sefer misafirim Yunan'dı ve özellikle bu yemeği istedi benden. Hem kendisi sevdiği için, hem de Türk sevgilisine Yunan mutfağından garanti bir tabak tattırmak istediği için.Yakında gelin olacak ve kayınvalidesine oğluna aç bırakmayacağını kanıtlaması gerekiyor da bir yandan. Off, evlenmenin niye her şeyi bu kadar zor? Bir sürü kanıt toplayıp birlikteliği yasal haline getiriyoruz, fakat asıl korunmansı gereken malzeme sevgi olduğunu unutuyoruz. Ve çok uzattığım için az kaldı danacığımızı yakıyordum. Hemen soğanları atalım!



Fakat baştan alalım; etinize başınızı döndürecek bir tat vermek istiyorsanız, küçük kesikler atıp sarımsak parçalarını sıkıştırın, sonra sote edin.Tuz ve taze karabiber atmayı unutmayın. Evdekiler etrafınızda dolaşmaya başlarsa onlara yüz vermeyin, etinizin yanma tehlikesi var. Renk almış sanki deyince soğanları da ekleyin ve 2-3 dakika sonra limon suyuyla söndürün! Limonun iktidarına oy veriyorsanız, 2-3 tane ile tatmın olursunuz, yoksa 2 tane limon gayet limoni bir mutluluğa yeter ve artar. Şimdi en saf zeytin yağınızdan bir küçük su bardağı doldurun ve tencereye dökün. Limon suyun üstünde ne kadar mükemmel durur değil mi? Nerdeyse işimiz bitti yeter ki etinizin görüntüsünü ancak kapatacak suyu da eklemeyi unutmayın. Ve tabağın asıl sırrına geldik; ateşi kısıp dolu dolu 2 saate pişirilmesine izin vereceksiniz. Hadi, artık kadehinizi doldurup sohbetinize devam edebilirsiniz. Yalnız ara sıra tencereyi kibarca çalkalamayı ve gerekirse su eklemeyi ihmal etmeyin.



Sade tabaklar gerçekten garantilidir, ve özellikle bu tabağımıza neredeyse her damat yakışır. Hardallı patates fırında, klasik sevilen pilav, ya da patates kızartması, annemin en çok tercih ettiği garnitürlerdendi. Bana sorarsanız, damağınıza bırakırım, ya da hepsinden az yaparım.Valla yaparım!

sadece kolokythopita

Sonbahar beni duyuyorsan sana bayılıyorum söylemek isterim. Büyük Istanbul'un nemli sıcaklığını uzaklara gönderirsin, ağaçların yapraklarını dansa uyandırırsın, kibar rüzgarlarınla ev yemeklerinin kokularını mahallelere dağıtırsın, kimseyi endişelendirmeden havayı dikkatle tazelersin ve lezzet dolu bir kolokythopita için en tatlı ve son kabaklarını saklarsın. Daha ne olsun en sevdiğim mevsim olarak seni ilan etmek için?




Cidden, sonbaharı evimizde ağırlamak için daha anlamlı bir tarif öneremem. Koktuğu kadar lezzetli, göründüğü kadar dürüst; kolokythopita tam bir moral pohpohçusu!En güzel kabaklar minik, yeşil kabaklardır ya da yuvarlak olanlar, bilirsin işte, dolmalık için. Rendelersin sonra tuzla birlikte bekletirsin ki sularını atsın kabaklar, dere otu konusunda hiç cimrilik yapmayacaksın, kuru soğanı da bol olacak, bu ikisini sote edeceksin tabi. Kara biber taze olsun unutma, yumurta mutlaka, ve tabiki feta ya da sevdiğin sert bir kaşar peyniri. Anlaşıldı mı? Bir de yufkayı kendi ellerinle açacaksın, sakın hazır olanlardan kullanma, çok ayıp!

 



O teyzeyi Istanbul'da gezdirirken, sanki bütün Eminönü ile geziyor gibiydim. Boğaz'ın hüznü bile susturamadı; Ben var ya, ben olmasam kocam ne yapardı? Kocası yanında bu arada. O çok sakin, kavga etmeyi bilmez ki o, bütün servetimizi kaybetmiş olabilirdik, işler veresiyelerle yürümez, ah, ah! Mesologi' li teyzenin fikriymiş köylerinin meydanında fırın açmak. Tarımcılar hep grev yaparmış, traktörleriyle hep yolları kapatırmış ve akşama kadar meydanda otururmuş, aç vaziyette değil tabi. Tarlasında yetiştirdiği dolmalık kabaklardan efsane kolokythopitalar yaparmış. Son dilim için az kavga çıkmamıştı.Yeni yazlık evlerini bu pitaya borçlularmış. Karşımda oturan gelini bile gözümün içine bakıp teyit etti. Onun dişinda kayınvalidesini yok edebilmeyi çok isterdi zannedersem.



İşte o kadın, bu tarifi anlatırken benim için çok değerli oldu. Yeni bir damak yolculuğu çıktı, mutfağım ise farklı kokular tanıyacaktı. Sevdim seni, sana sırrımı vereceğim deyip ağızını kulağıma yaklaştırdı. Bak, bunu yaparsan, rüya gibi olacak...





Mani: sırların beslenmek istediği yer

Bir varmış bir yokmuş...İnsanların ve ruhların yan yana yaşadiği bir yer varmış; Esmer kadınlar ve erkekler yaşarmış, ten rengi açık olan yaratıklar etrafta nadiren görünürmüş; o da güneşin sanki insanları canlı canlı yakmak istiyormuş gibi ulaştığı bir yer olduğundanmış. Dolayısyla herkes esmer olmak zorundaymış. O topraklar çok kuru topraklarmış. Tek yeşil varlıklar birbirinden mütevazı, zeytin ağaçlarıymış; Βirçok kere oradaki insanların komplolarını görmezlikten gelmişlerdi, ayaklarında da kaç kere iki sevgiliyi bir kişi olarak göstermişlerdi...Yine de mütevazı kalmayı başarmışlardı, insanlardan asla payı istememişlerdi.



O topraklarda evlerin görüntüsü de bir acayipmiş. Hatalar affedilmez, dercesine uzun kule evleri sahiplerini düşmanlardan korurmuş. Kapıları kısa ve darmış, eğilmek gerekirmiş, girmek ve çıkmak çok basit değilmiş. Bir kule evi ne kadar uzunsa, ailenin serveti ve gücü de o kadar büyükmüş. Bu aileler saygı gösterilen ve gizliden gizliye kıskanılan ailelermiş. Bu taştan yapılmış serin ve karanlık evler bütün sülalenin yardımıyla inşa edililermiş, o yüzden aynı soyadı taşıyanların da payı varmış. Ailenin üyelerinin sayısı de bir iktidar göstergesiymiş, kızları ise nadiren aşık oldukları erkeklerle evlenirlermiş. Kuralları umursamayanlar zeytin ağaçlarıyla gizlenmiş kuru diken dolu patikalarda öldürülürmüş. Sonra onların mezar taşlarında güzel kız kardeşim affet beni, bahtsız bir andı diye yazarlarmış ve cenazelerinde spontan gelişen ağlamaklı şarkılar bestelenirmiş. Katil kaçırılırmış, anneler bir çocuk daha kaybetmek istemezlermiş. Zaten kan davaları hiç bitmezmiş, erkek çocukları daha değerliymiş o gaddarlar dünyasında. 


 



Mani Yunanistan'nın, daha doğrusu Mora'nın en güney noktasında bulunan bir köy grubudur. Asosyal mağaralı dağlardan, keskin kayalardan ve tuzlu kıyıları kadın olsaydı, kendisine sadece bakabilmek için en ruhsuz yaratığı bile bütün servetini vermeye ikna edebilen bir denizden oluşan yabani güzelliğin dişinda, Mani başka bir şey veremez ziyaretçilerine. Geride kalan sırlarını; tırmanarak, terk edilmiş ev kulerini; ancak ayakkabılarınızın altında farketmeden akrepler ezerek, ve dikenlerden çekinmeyerek keşfedebilirsiniz. O da karşılıklı olarak bir başka ben, simdiye kadar karşılaşmadığınız sizi getirecek size. Sizin kendinizi aşmanızı sağlayacak  ve bundan daha büyük bir armağan düşünemem.



Masallar güzel ama acıktııııkkkk! diye sesler gelmeye başladı. Merak etmeyin, anlatırken Mani'den getirdiğim ve Yunanistan'daki tadımcıların belki tatmış olduğumuz en güzel şeydir dedikleri siglinodan size etkileyici bir tabak hazırladım. Siglino Noel'den önce kestikleri domuz kurbanlarından yapılırmış. O zor zamanlarda ne buzdolapları ne de teknolojinin mücizeleri mevcutmuş ve oradaki fakir doğanın verdikleriyle geçinmek zorundalarmış, o yüzden yıl boyu et tüketebilmek için domuz etini çok ustaca bir şekilde pişirirlermiş; Şöminenin yanında adaçayı yakarak et parçalarını bekletirlermiş. Yalnız et pişmezmiş, sadece kurutulurmuş. Arada bir ete küçük kesikler atıp aralıklarına deniz tuzu yerleştirirlermiş, böylece hem etin içini "yakarlarmış" hem de mikroplar öldürülürmüş. Sonra, kiremitli küpler içinde füme edilmiş eti portakal kabuklarıyla birlikte saklarlarmış ve etin yağıyla neredeyse görünmeyecek kadar eşsiz lezzeti örtelermiş. Et aylarca hem gururunu hem görkemini sürdürebilirmiş, o yüzden Yunanistan'dan getirmek hiç de büyütülecek bir dert değil!



Bugünkü tabak bayağı çağdaş, fakat yöresel malzemelerle kombine ettiğimiz için bambaşka bir dimamik kazandırır damağa. Tavamıza yağ dökmeden orta ince şeritler halinde füme güzelliğimizi çıtır cıtır oluncaya kadar sote ediyoruz . Olmuş mu, aferin; Şimdi altı yumurtanın sarı kalplerini söküp iyice çalkalıyoruz. Büyük bir tencereye koyuyoruz altın köpüğü ve spagettimizin haşlandığı suyundan 5-6 çorba kaşığı ekleyerek tutkuyla karıştırmaya devam ediyoruz. Ve artık çok yorulunca, ilk önce süzgeçe uğramış hala sıcak makarnamızı de sıvı birleşime veriyoruz. Sosumuz sulu değil, dolgun ve oturaklı olmalı. Sonrası daha güzel; Portakal kokan domuz bastonlarını spagettili labirentte serbest bırakıyoruz ve taze karabiber yağdıracak bir avuç bulut geçiriyoruz tencerenin üstünden. Kuru keçi peyniri bulabiliyorsanız rendeleyip tabağın oldukça kışkırtıcı lezzetini destekleyebilirsiniz, yoksa güvenli yoldan gidip parmesanla tamamlayabilirsiniz. Şaraplığınızda roj şişe var mı? Varsa, Mani'de yolculuğunuz yeni başladı!



Powered by Blogger.